Wednesday, April 28, 2010

Çocuk beklemiyorsak da "Uzaklara Gidelim"


Hamile senaristler ve filmleri serimizin ikincisine hoş geldiniz. Geçen yazıda, Rachel Getting Married’in senaristi Jenny Lumet’nin ilk senaryosunu oğluna hamileyken yazmaya başladığından bahsetmiştim. Bu kez de senarist Vendela Vida ve hamileyken yazmaya başladığı “Away We Go” üzerine yazacağım. Senaristi hamileyken yazılan filmleri arka arkaya sıralayarak hamilelik ve yaratıcılık arasında bir bağ olduğunu ispatlamaya mı çalışıyorum, bilmiyorum. Ama şimdilik bu deneyi evde denemeyeceğim. Merak etme anne, evlenmeden çocuk doğurmayacağım. 
 “Away We Go” (Uzaklara Gidelim) çocuk sahibi olacaklarını öğrenince, onu büyütmek için uygun bir yer aramaya başlayan Burt ve Verona adlarındaki genç bir çiftin Amerika’yı dolaşmalarının hikayesi. Filmin merkezinde “Şu an bu dünyaya çocuk getirmek mantıklı mı?”, “Bu şartlarda bir çocuk nasıl büyütülmeli?” soruları var. Çift, bu sorunun cevabını farklı şehirlerdeki halihazırda çocuk sahibi arkadaş ve akrabalarını ziyaret edip onların bu işi nasıl kıvırdığına bakarak bulmaya çalışıyor. 
Filmin senaryosu, ikisi de yazar olan Vendela Vida ve Dave Eggers çifti tarafından yazıldı. Away We Go, San Francisco’da yaşayan çiftin beraber yazdıkları ilk uzun metrajlı film senaryosu. Dave Eggers ismini, yazarın Siren Yayınları’ndan çıkan “Müthiş Dahiden Hazin bir Eser” kitabından hatırlayabilirsiniz. Vendela Vida’nın ise henüz Türkçeye çevrilmiş kitabı yok. Ancak öyle sanıyorum Türk okuyucusu onu önümüzdeki Haziran ayının sonunda Ecco tarafından yayınlanacak olan romanı “The Lovers”ın Türkçeye çevrilmesiyle tanıyacak. Çünkü roman Türkiye’de geçiyor. Kitap, kırksekiz yaşında iki çocuklu Yvonne’nun eşini kaybettikten sonra, balayını geçirdikleri Datça’ya gelip eşinin anısıyla yüzleşmesi üzerine.
Roman yazarı Vendela Vida, 2005 yılında ilk çocuğuna hamile kaldığında, hayatı hamile bir kadının gözünden görmenin eşsiz bir deneyim olduğunu düşündü. Sokakta hiç tanımadığı insanların gelip ona kendi hamilelik deneyimlerini anlatmalarını, tavsiye vermelerini önceleri epey garipsedi. Markette “Gülmüyorsun, bu çocuğu olumsuz etkiler.” diye onu uyaran yaşlı kadınla ilgili ne düşüneceğini bilemedi. O da, hamile bir kadın olarak günlük hayatta karşılaştıklarını not etmeye başladı. O an için, bu notların nereye gidebileceği konusunda bir fikri yoktu. Ama hamilelik, kocası Dave’le ikisinin arasında eğlence konusuydu. Evde devamlı bunun üzerine konuşuyor, kitap okuyor ve okudukları üzerine şakalaşıyorlardı. Sık sık “Bir filmde şöyle bir sahne olsa, çok komik olur.” demeye başlamışlardı.
San Francisco’da küçük bir yayınevinin de sahibi olan çift, Vida’nın hamileliği nedeniyle evde birlikte daha çok zaman geçiriyorlardı. Bir gün bilgisayarın başına ikisi beraber oturup  komik olduğunu düşündükleri sahneleri sıralamaya giriştiler. Evin iki ayrı odasına kapanıp kendi romanlarını yazmaya alışkın olan çift, beraber yazmanın düşündüklerinden daha eğlenceli olduğunu fark ettiler ve yazmaya devam ettiler. Anekdotlar birleşti, hikayeler oluşmaya başladı. Burt, Verona ve filmin diğer eksantrik karakterleri şekillendiler, konuşmaya başladılar; diyaloglar ortaya çıktı.
Çocuk bekleyen Vida-Eggers çifti, kendilerini yine böyle bir çift üzerine senaryo yazarken buldular. Bunun bir kurmaca olduğunu sık sık kendilerine hatırlatma ihtiyacı duydular. Verona ve Burt karakterlerini kendilerinden farklı olarak, daha genç ve henüz hayatla ne yapacaklarını tam olarak bilmeyen, ama birbirini seven bir çift olarak yarattılar. Ancak yine de onların gerçek hayattaki endişelerini yansıtan, Amerika’nın içinde bulunduğu politik durumdan duydukları rahatsızlık, filmin merkezine oturdu: “Akıl almaz çılgınlıkların yaşandığı bu dünyada, aklı başında bir şekilde çocuk yetiştirmek mümkün mü?”
Senaryoyu yazdıkları 2005 yılında Vida-Eggers çifti, Irak Savaşı’nın devam ediyor olması ve Bush yönetiminin diğer icraatları nedeniyle, endişeli ve karamsarlardı. Bu, senaryoya da yansıdı. Senaryonun ilk haline göre,  film boyunca Amerika’yı turlayan Verona ve Burt çifti, sonunda kendilerini Amerika’nın hiçbir yerinde güvende hissetmediklerine karar veriyor ve milli bir ordusu bulunmayan Kosta Rika’da çocuklarını büyütmek istediklerini düşünerek oraya taşınıyorlardı.
Yazdıkları senaryoyu Los Angeles’ta film endüstrisinde olan bir arkadaşlarına yolladılar. Senaryonun Hollywood’da nasıl karşılanacağı konusunda tam olarak bir fikirleri yoktu. Sadece şanslarını denemek istemişlerdi. Away We Go’nun senaryosunu yazdıkları bir yılın ardından çift, kendi kitaplarını yazmaya geri döndüler. Vida bu arada ilk çocuğunu doğurmuştu.
Bir gün telefon çaldı. Arayan Sam Mendes’ti. Senaryolarını okumuş, beğenmişti ve film yapmak istiyordu. Gönderdikleri senaryo, Hollywood’da dolaşıma girmiş ve bir şekilde Sam Mendes’e kadar gitmişti. Bu gelişme, iki yazarın da beklentilerinin çok üstündeydi. Telefonu kapattıktan sonra IMDB’den Sam Mendes’in filmografisine tekrar bakma ihtiyacı hissettiler. Aynı zamanda İngiltere’de tiyatro oyunları yönetmeye devam eden Oscar ödüllü Sam Mendes, American Beauty, Road to Perdition gibi filmleri yönetmiş, şimdi de onların senaryosunu filme almak istiyordu. Bu inanılmazdı.
Sam Mendes’in yazdıkları senaryoyu çekmek istemesi fikri, kulağa çok hoş geliyordu. Ancak yine de hayatlarının merkezine roman yazmayı koyan çift, temkinli olmakta kararlıydı. Çünkü Hollywood’a elini verip kolunu kaptıran; hiçbir zaman çekilmeyen filmlerin senaryolarını yeniden yeniden yazarak yıllarını kaybetmiş yazarların hikayeleri onların da kulağına gelmişti. Mendes’e senaryoyu tekrar tekrar yazmak istemediklerini açıkça söylediler. Bunun üzerine Mendes de sadece sonunu değiştirmelerini istediğini, bunun da yeniden yazım için onlara vereceği son not olduğunu belirtti. Çift, senaryonun sonunu değiştirmeyi kabul etti. Bu değişikliğin ardından Mendes de sözünü tutarak senaryoda başka bir değişiklik istemedi.
Away We Go, Sam Mendes’in tam o sıralar çekmek istediği şeydi. Mutluluğu arayan çift ve klasik Amerikan aile hayatına eleştirel yaklaşım, Mendes’in hayata bakış açısıyla da örtüşen, diğer filmlerinde de bulunan öğelerdi. Ama ağır dram özelliği taşıyan diğer filmlerinden farklı olarak, bu filmin komedi tonu vardı, daha iyimserdi ve nispeten mutlu bir sonla bitiyordu. Mendes’in diğer filmlerinde arayıp da bulunamayan mutluluğa, Away We Go’da Burt ve Verona çifti erişiyordu.
Mendes, bir önceki filmi Revolutionary Road kurgu aşamasındayken, Away We Go’yu çekti. Verdiği röportajlarda iki filmin arka arkaya gelmesinin kesinlikle tesadüf olmadığını söylüyor. İki film ilk bakışta birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de, aslında ikisinin de özünde bir yere ait olma sorununun işlendiğini belirtiyor. Mendes, Revolutionary Road’dan sonra Away We Go’nun iyimser bakış açısının da kendisine iyi geldiğini itiraf ediyor. Üstelik Richard Yates’ın romanından uyarlanan Revolutionary Road’un yapımı esnasında kendisini romanın halihazırdaki hayranlarına karşı sorumlu hissettiğini, özgün bir senaryo olan Away We Go’yu filme alırken daha rahat olduğunu ekliyor.
Away We Go çekilmeye başladığında senaryo yazarları Vendela Vida ve Dave Eggers’ın ikinci çocukları da dünyaya gelmişti ve çift çekimlerin tamamına katılamadı. Ancak filmin bitmiş halinden ve Sam Mendes’le çalışmış olmaktan fazlasıyla memnun kaldılar. Verona ve Burt’un her gittikleri yerde mevsime uygun olmayan giysilerle kalması gibi ayrıntıların bile düşünülmüş olmasına mutlu oldular. Sam Mendes’in seçimi olan, daha önce adını duymadıkları Alexi Murdoch’un yaptığı müziklerin, yazdıkları hikayeyi bu kadar iyi tamamlıyor olmasına şaşırdılar.
Şimdi yeni bir film projelerinin olup olmadığı sorusuna ise hayatlarının merkezinde roman yazmanın olduğunu ve Away We Go projesinin onlar için eğlenceli bir kaçamak olduğunu söylüyorlar. Tabii Away We Go kadar keyifli ve pürüzsüz bir yolculuk olacağını bilseler yeni bir film projesine de açık olabileceklerini eklemeden edemiyorlar.
Kendime not: Hamile olmadan da yaratıcı olabilirsin. Çocuk beklemesen de, dünyayı gönlünce gezebilir, istediğin çıkarımda bulunabilirsin. İçin rahat olsun.
                                                                                                                                                        Ezgi Kızmaz


Precious: "Değerli" bir hikaye

Geçtiğimiz ay Oscar törenini izleyenler bilir, bu sefer de kazananın isminin yazdığı zarfların herhangi birinden benim adım çıkmadı. Ben de artık alıştım, kazananlar adına sevinmeye başladım. En çok da Precious’un aldığı ödüllere mutlu oldum. Bunda ödül alan filmler içinde neredeyse sadece Precious’ı izlemiş ve beğenmiş olmamın da payı olabilir, En iyi Uyarlama Senaryo ödülünü alan senarist Geoffrey Fletcher’ın yaptığı duygusal konuşmanın da. Ama konumuz bu değil.
Bu yazıda Precious filminin arkasındaki yapım hikayesinden bahsetmek istiyorum. Ve tabii zarftan benim adımın çıkmasını en çok istediğim ödül kategorisinde; senaryo uyarlaması dalında ödül alan Geoffrey Fletcher üstüne de birkaç çift sözüm olacak. En iyi Senaryo ödülünü alan ilk siyah olan Geoffrey Fletcher şerefine kalemimi indiriyor ve yazıma başlıyorum.
“Precious: Based on the novel Push by Sapphire” 80’lerin sonunda Harlem’de okuma yazma bilmeyen, babası tarafından ikinci kez hamile bırakılan, annesi tarafından fiziksel ve psikolojik  şiddete maruz kalan, obez ve zenci bir genç kız olan Precious’un kendisini bulma ve kendini olduğu gibi kabul edip sevmeye çalışmasının hikayesi. Anlaşılacağı üzere gayet acılı bir hikaye, film de zaten Türkçe’ye “Acı Bir Hayat Öyküsü” olarak çevrilmiş.
Geoffrey Fletcher tarafından beyaz perdeye uyarlanan ve henüz dilimize çevrilmemiş “Push” adlı roman, Sapphire tarafından yazıldı. 1950 doğumlu, New Yorklu feminist bir yazar olan Sapphire, romanı yazmaya başladığında kırk üç yaşındaydı ve Harlem’de okumaya yardımcı öğretmenlik yaptığı işinden ayrılmak üzereydi. Öğrencileri arasında Precious gibi kızlar vardı. Bir çok açıdan köşeye sıkışmış kızlar; kilolu oldukları için toplumun genel geçer güzellik anlayışının dışında kalanlar, yoksulluğun altında ezilenler, renkleri yüzünden ikinci sınıf görülenler ve bulundukları bataklıktan çıkmalarını sağlayacak çıkış tabelalarını okuyacak kadar bile okuma yazması olmayanlar. Hatta öğrencilerinden biri Sapphire’e babası tarafından hamile bırakıldığını da anlatmıştı.
O zamanlar kolunun altında “American Dreams” adında kısa öykü ve şiirsel yazılardan oluşan bir kitabı olan Sapphire, eğer ben yazmazsam kimse bu hikayeyi yazmayacak diye düşünerek romanı yazmaya başladı ve üç yıl içinde de bitirdi. Kitap 1996 yılında piyasaya çıktığı andan itibaren filme çekilmek üzere teklifler aldı. Ancak Sapphire filme çekildiğinde Precious karakterinin stereotipleştirilebileceği korkusuyla bütün bu teklifleri reddetti, hatta daha sonra Precious’un yönetmenliğini yapacak Lee Daniels’ın teklifini bile. Ancak Daniels’ın “Monster Ball” ve “Shadowboxer” filmlerini izledikten sonra, kararını gözden geçirdi ve Sapphire, kitabını beyaz perdeye hakkıyla uyarlayabilecek kişinin Lee Daniels olduğuna karar verdi.
Lee Daniels’ın bu hikayeyi filme çekmeyi istemekte bu kadar ısrarcı olmasının çok kişisel bir nedeni vardı. Kendisi de aynı Precious karakteri gibi çocukken fiziksel olarak suistimal edilmişti. Lee Daniels maço bir babanın eşcinsel oğluydu ve cinsel tercihinin ilk işaretlerini vermeye başladığı çocukluk yıllarında bunun acısını hissetmişti. Yedi yaşındaki Daniels, bir gün babası, arkadaşlarıyla evde kağıt oynarken, annesinin topuklularını giyip babasının yanına gitmişti ve daha ne olduğunu anlamadan babası tarafından dövülmüştü. Kendi yaşadıklarının da etkisiyle, Daniels, Sapphire’in romanından çok etkilendi. Hatta kitaba ilk okuyuşta aşık olduğunu, ona kendini yakın hissetmek için gecelerce kitabı yastığının altına koyarak uyuduğunu röportajlarında ifade etti.
Lee Daniels, birkaç senaristle romanın uyarlaması üstünde çalıştı. Ancak sonuçlar Daniels’ı tatmin etmedi, Daniels ortaya çıkan hiç bir senaryoda romanın vuruculuğunu ve duyarlılığını bulamadı. Daniels, filmin senaristi Geoffrey Fletcher’la tanışınca filmin kaderi değişti.
Connecticut’ta ilkokul müdürü bir annenin ve denizaltı teknisyeni babanın oğlu olarak doğup büyüyen Geoffrey Fletcher, Daniels’la tanışıp, Precious’u yazana kadar uzun bir yol katetti. İlk kamerasına 14 yaşında sahip olan Geoffrey Fletcher, Precious karakterinin aksine mutlu bir çocukluk geçirdi.
Önce Harvard’da psikoloji okudu ardından da sayılı film okullarından biri olan New York Tisch Art School’da yüksek lisans yaptı. Fletcher’ın Precious’un hikayesine yakınlık duymasına neden olan sıkıntılı yıllar, okuldan mezun olup Hollywood film endüstrisinin içine girmek istediğinde kendini gösterdi.
Uzun süre, yazarlık dışında işler yaparak para kazandı ve New York’taki evinde oturup filme alınmayan, binlerce sayfa senaryo yazdı. Hollywood’da bir çok kişinin kapısını çaldı, ancak söylemek zorunda olduğunu hissettiği şeyleri dinleyecek birisini bulmakta zorlandı. Bu anlarda kendini Precious kadar görünmez hissettiğini, filmin ardından verdiği röportajlarda ifade etti. Ancak Precious’un öyküsünü anlamada kendisine yardımcı olduğunu düşündüğü için bu zorlu yılları minnetle andığını da hep ekledi.
Daha sonra Colombia ve New York Üniversitelerinde senaryo yazarlığı ve yönetmenlik üzerine ders vermeye başlayan Geoffrey Fletcher’ın Lee Daniels’la tanışması ise hayatını değiştirdi. Daniels’la bir tanıdığı aracılığıyla tanışan Fletcher, ona öğrencilik zamanında yazıp çektiği “Magic Markers” adlı yirmi üç dakikalık kısa filmini gösterdi. Fletcher’ın Fransız yeni dalga ve İtalyan yeni gerçekçi akımlarının etkisiyle çektiği filmdeki vurucu ton, Daniels’ı etkiledi. Daniels, Fletcher’a Push romanını onun için uyarlamasını teklif etti. Başka senaristlerin daha önceki başarısız denemelerinden haberi olmayan Fletcher, bu teklifi kabul etti.
Fletcher da Sapphire’in romanına daha ilk sayfasından çarpıldı ve kitabı uyarlarken romanın ruhunu korumaya gayret etti. Romandan farklı olarak şimdi filmin vazgeçilmez bir öğesi olarak görülen ve filme görsel zenginlik kazandıran hayal sahnelerini eklemek, senarist Fletcher’ın fikriydi. Lisansını psikoloji üzerine yapmış Fletcher, Precious gibi ciddi travmalar deneyimleyen bir karakterin hayalleri bir kaçış yolu olarak görebileceğini düşündü, bu fikir yönetmen Daniels’ın da hoşuna gitti ve filmdeki Precious’u kimi zaman spotların altında ışıldayan bir oyuncu kimi zaman dansçı olarak gösteren hayal sahneleri filmin bütününe yayıldı. Precious ne zaman gerçek hayatta bir darbe yese, yere düşse kendini hayal dünyasında buldu.
Senarist Fletcher’ın romanı uyarlarken yaptığı bir diğer değişiklik de Precious’un babası tarafından tecavüz edilmesi sahnelerini romandaki kadar ayrıntılı vermemek oldu. Yine annesinin Precious’a yönelik cinsel taciz teşebbüsü de filmin dışında kaldı.
Roman da bir cümleyle geçilen, Lenny Kravitz’in oynadığı erkek hemşire karakteri de Fletcher’ın kaleminde hayat buldu. Fletcher olumsuz baba karakterinin yanında olumlu bir erkek karakterin hikayeyi dengeleyeceğini düşündü. Precious’un idealist öğretmeni Miss Rain karakterini oluştururken de Flatcher, yıllarca bir ilkokulda müdürlük yapmış annesini örnek aldı.
Filmin başında havada salınan kırmızı fuların, Precious’la film boyunca arkadaş olmaya çalışan Ruby’nin boynunda son bulması da Fletcher’ın buluşuydu ve Precious karakterinin film boyunca kendini sevme yönünde kat ettiği yolun bir simgesi oldu.
Şu an en iyi yardımcı oyuncu ve en iyi uyarlama senaryo dallarındaki iki Oscar ödülü başta olmak üzere toplam yetmiş dört ödül alan filmin ortaya çıkmasının arkasında bu hikayeyi anlatmak tüm kalbiyle kaleme kağıda, kameraya sarılmış insanlar bulunuyor.  Durum böyle olunca anlatılanın “değerli” bir hikaye olduğu izleyene de geçiyor ve “Bundan sonra anlattıkları hikayelere aşık olanları bulacağım ve onların aşklarını belgeleyeceğim.” dedirterek bana bu yazıyı yazdırıyor.
Siz de benim gibi filme çekilirken senaryoya ne kadar sadık kalınmış, neler eklenmiş, neler çıkarılmış oyununu seviyorsanız, senaryonun orjinaline www.lionsgateawards.com/docs/script_precious.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Yazar olarak kendimi takdimimdir

Yazınız çok kişisel bulunarak reddedildiğinde, sanki otobüs durağında beklerken yanınızdakiyle konuşmaya çalışmışsınız da, o sizi dinlemeyerek yanınızdan uzaklaşmış gibi hissediyorsunuz. Sanki bir yabancıya sırrınızı verecek kadar kendinizi bilmez biriymişsiniz de, karşı taraf bu hatayı yapmanızı engelleyerek, size aslında büyük bir iyilik yapmış gibi. Kendimi gazetenizde ifşa etmeme izin vermediğiniz için minnettarım, sevgili gazete editörü.

Kelimelerin ruhsuzca sıraya dizilmesine komutanlık etmeye hiçbir hevesi olmayan ben, elbetteki kişisel yazıyorum. Aslına bakılırsa, yıllardır yazılarıma kişisellik kazandırmak için uğraşıyorum. Kendimi kalemimle deşiyorum. Kalemimi içimde olup bitenleri daha iyi görmek için bir el feneri gibi kullanıyorum. Kendimce yazı içinde alınabilecek en büyük riski alıyorum kendimi açık ederek.
Bundan sonra “Yazınız ne kadar kişisel!” cümlesine şöyle karşılık vermeliyim aslında “Teşekkür ederim, benim amacım tam da buydu!” 
Bundan sonra oradan buradan reddedilmiş yazılarımı buraya koyacağım.
 
Copyright 2009 Filmden Hayatlar. Powered by Blogger
Blogger Templates created by Deluxe Templates
Wordpress by Wpthemesfree